Kafirler,
dinin temelini ortadan kaldırmak için, Peygamber’in (s.a.a) ölümünü
bekliyorlardı. Ama Kevser ve Gadir hakikatleri, onları bu hedeflerinden
alıkoydu, aynı şekilde Hz. Ali’nin velayetinin ve imametinin düşmanı
kimseler de, on dokuz Ramazan tarihli olayı tertiplediler ki Ali b. Ebi
Talib’in (a.s) vefatıyla kendi sorunlarını halletmiş olsunlar. Onlar,
velayet gökyüzünde her yıldızın batışıyla birlikte başka bir yıldızın
doğduğunu ve parladığını bilemiyorlardı. Nitekim İmam Bakır (a.s) şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz bizler, gökteki yıldızlar gibiyiz. Bir yıldız
görünmez olduğunda başka bir yıldız doğar.”[1]
Gökyüzündeki
bütün yıldızlar, bir anda görünmez hale gelmemektedir ve batmamaktadır.
Eğer, ölümün batı kıyısında bir imam vefat edecek olursa, hayatın doğu
kıyısında başka bir imam doğar.
Gaybet-i
Kübra çağında da düşmanlar, bu gaybetten kötü istifade ederek, "İmam-ı
Zaman’ın (ruhumuz ona feda olsun) gaybetiyle, "biz gaybet şüphesini
gözetmekteyiz” diyemez. Zira, gaybet çağında da veliyy-i fakihin
önderliği ve yöneticiliği İslami düzenin ve din sınırlarının
koruyucusudur.
Fakih
kimsenin bir hakiki şahsiyeti vardır ki bu açıdan diğerlerinden
üstünlüğü yoktur ve hatta onlarla eşit konumdadır. Ama bir de hukuki
şahsiyeti vardır ve o da fakihlik, adalet, müdüriyet, cesaret ve
yürekliliktir. O, bu açıdan diğerleri gibi değildir. Aksine Allah’ın
veli kuludur. Allah’ın kulunun hukuki şahsiyetinin ise bir çok
üstünlükleri vardır ki bunun sonucu olarak hakiki şahsiyetler ona
uymalıdır. Örneğin eğer Veliyy-i Fakih bir taklit mercisi ise herhangi
bir şeyin farz veya haram olduğuna dair fetva verdiği taktirde, bu fetva
üzere amel etmek herkese farzdır. Eğer İran ve İsrail ilişkilerinin
kesilmesi gibi yönetimsel (egemenlikle ilgili) bir hüküm verecek olursa,
bu velai hükümle amel etmek de farzdır. Bununla amel etmek kendisine
farzdır ve bunu çiğnemek, hatta kendisine bile, haramdır. Eğer hüküm ve
yargı kürsüsüne oturacak ve hakemliği ile bir sanığı mahkum, diğer bir
sanığı ise beraat ettirecek olursa, verdiği bu yargı hükmüyle amel etmek
de hem diğerlerine, hem de kendisine farzdır. Bu hükmü çiğnemek, hem
diğerlerine ve hem de kendisine haramdır. O halde velayet-i fakih, fıkhi
fetvalar bölümünde, hakemlik ve yargı hususunda ve aynı şekilde İslami
düzeni idare etmekte, adalet ve fakihliğin velayetinin ta kendisidir. Bu
esas üzere Mirza-i Şirazi (r.a), "Bugün tütün kullanmak
haramdır”[2] diye bir fetva verince, o velai hüküm bütün herkese farzdı.
Bu hatta kendisi için de farzdı. Bunu çiğnemek de hem diğerlerine hem
de kendisine haramdı.
Ali
b. Ebi Talib’in (a.s) de velayeti işte böyledir. Ali b. Ebi Talib (a.s)
fıkhi veya yargı ile ilgili bir hüküm verdiği zaman Allah’ın veli bir
kuluydu. Ama, fetva ve yargı hükmüne itaat etmesi açısından o Ali b. Ebi
Talib (a.s) idi. Fakih’in hukuki bir şahsiyeti vardır ki diğerlerinden
seçkindir ve hakikatte bu hukuki şahsiyet; fakihlik, adalet ve cesaret
gibi bir takım melekelere geri dönmektedir. Ama fakih bir kimse, hakiki
bir şahsiyete de sahiptir ki bu şahsiyeti diğer insanlarla aynı
konumdadır.
Velayet-i
Fakih, vekalet işi değildir. Çünkü hiç kimse dinin kayyımı ya da
ihtiyarının sahibi değildir ki fakihi vekil kılmış olsun. Şer’i haklar
da insanların iradesi altında değildir ki kendileri için bir vekil tayin
etsinler. Vekalet, insanın kendi yetkileri dahilinde bir kimseye
vekalet vermesi şeklindedir. Ama hiç kimse dinin irade ve yetkisine
sahip olmadığı için vekalet verme hakkına sahip değildir. Dolayısıyla
hakikatte Peygamber için olan şey, niyabet şekliyle veliyy-i fakihin
hukuki şahsiyetine, yani fekahet ve adaletine verilmektedir.
Düşmanları
ümitsiz kılan ve dostları sevindiren şeylerden biri de önderin
velayetidir. Öndersiz bir toplum, Bosna-Hersek’in akıbetine
uğrayacaktır. Avrupa’nın kalbindeki Bosna’ya acımayan düşmanlar, asla
İslami İran’a merhamet etmezler. Bu arada şu farklılık da göze
çarpmaktadır ki Bosnalılar, etrafta güvenilir ülkeler bulunduğundan
oraya kaçabildiler. Ama İran İslam Cumhuriyeti ne yazık ki her taraftan
kan içici düşmanların (Irak, Türkiye, Afganistan…) kuşatması altında
bulunmaktadır.
Düşman,
her şeyini toplayıp gitmiş değildir. Kur’an-ı Kerim’de yer alan iki
ayet sürekli olarak kulaklarımıza tehlike çanlarını çalmaktadır. "Fakat siz eğer yine (fesatçılığa) dönerseniz, ”[3] Hakeza: "Yine (Peygamber'e düşmanlığa) dönerseniz, biz de (ona) yardıma döneriz.”[4] Bu
iki ayetin bizlere vermek istediği mesaj şudur ki, eğer sizler dönecek
olursanız biz de döneriz ve eğer sizler yolda olursanız, biz de
feyzimizi devam ettiririz.
Gadir
bayramı günü, müminlerin birbirleriyle karşılaştıklarında şöyle
demeleri müstehaptır: "el-hamdülillah’il-lezi ce’elna
min’el-mütemessikin bi velayet-i emir’el-müminin ve’l-eimme
(a.s)”[5] Zira en önemli konu rehberlik konusudur. Şartları haiz olan ve
güçlü bir önder bulabilmek kolay bir iş değildir. İdarecilik gücü ve
önderlik sadece ilim elde etmekle ortaya çıkmamaktadır. Elbette ilim
sahibi olmak da rehber ve önder olmanın şartlarından biridir.
Afganistan,
Lübnan ve Irak gibi ülkelerin sorunu silah ve direniş sorusu değildi.
Aksine bir rehber ve önderlerinin olmayışıydı. Bu ülkede savaşçı,
silahşör, silah ve fedakar insanlar vardır. Bu ülkelerde mücahitler bir
çok şehitler de vermişlerdir. Onların en büyük sorunu önderlik
sorunuydu. Hakikatte bir Kevser mesabesinde olan layık ve zahit bir
önder olmadan, bir toplum oluşturmak mümkün değildir. Allah korusun
yakın bir gelecekte veya uzak bir tarihte bizim gafletlerimiz ve
düşmanların uyanıklığı sebebiyle İran İslam Cumhuriyeti de bu sorunla
karşı karşıya gelebilir. Gadir-i Hum hakikatini ihya etmenin bir yolu da
İslam düzeninin kadrini bilmemiz, can ve malımızla bu düzeni korumamız
ve İmam gibi olan İran İslam Devrimi önderinin velayet ve yöneticiliği
sayesinde İslami kamil bir düzene doğru hareket etmemiz ve bu ilahi
yolda sapıklıklara karşı direnç içinde olmamızdır.
Münezzeh
olan Allah, dinin kemale ermesini ve nimetin tamamlanmasını Ehl-i
beyt’in (a.s) velayeti şartıyla kabul etmektedir. Velayeti olan bir din,
kamil ve Allah’ın beğendiği bir dindir. Bu yüzden dini kemale
erdirdikten ve nimeti tamamladıktan sonra şöyle buyurmuştur: "ve size din olarak İslam’ı beğendim” Yani
bugün ben, din olarak size İslam dinini seçtim, şimdiye kadar İslam,
Allah’ın tüm boyutlarıyla hoşnut olduğu bir din değildi. Ama bugün
velayet makamı, dinin kemale ermesine ve nimetin tamamlanmasına ortam
sağladığı için böyle bir İslam, Allah’ın beğendiği bir İslam haline
gelmiştir.
Allah nezdinde din bu İslam’dan ibarettir. "Allah nezdinde hak din İslâm'dır.”[6] İslam,
bütün ilahi peygamberlerin dini olmuştur ve farklı şartlarda ilahi
Peygamberler çeşitli şekillerde gelmişlerdir. Ama kamil ve tam olan
İslam, bir velayeti olan İslam’dır. Velayetsiz bir İslam ve itretsiz
(ehl-i beytin olmadığı) bir Kur’an, yabancıların ümitlendiği ve tamaha
kapıldıkları bir husustur. Zira yabancılar, böyle bir dine kolayca üstün
gelebilirler. Ama din bir yöneticiye ve dindar valilere sahip olduğu
müddetçe yabancılar ümitlerini kesecektir.
2-Tarihte Velayet Bayramı
Peygamber-i
Ekrem, H. 10. yılda Allah tarafından bizzat Hac merasimine katılmak ve
kamil haccı Müslümanlara öğretmekle görevlendirildi. Peygamber’in
emriyle, Zi’l-Ka’de ayında, Medine’de ve kabileler arasında Peygamber’in
hacca gitmek istediği haberi yayıldı.
Bu
haberin yayılması üzere Medine’nin etrafında binlerce kişi çadır
kurdular ve hepsi Peygamber’in hareket edeceği anı beklediler.
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Zi’l-Ka’de ayının sonlarında Ebu Dücane’yi
Medine’de kendi yerine bıraktı ve yanındaki altmış kurbanla birlikte
Mekke’ye doğru hareket etti. Zü’l-Huleyfe’de (Mescid-i Şecere’nin
bulunduğu bölgede) ihrama girdi ve Mekke’ye doğru harekete geçti.
Zi’l-Hicce ayının dördüncü günü, Allah’a hamd ederek ve İbrahim’e (a.s)
selam göndererek Mekke’ye girdi. Peygamber-i Ekrem (s.a.a.) tarafından
Yemen halkını İslam’a davet etmekle görevlendirilmiş olan Müminlerin
Emiri Hz. Ali (a.s) de Peygamber’in Mekke’ye doğru harekete geçtiğini
işitince, yanındaki otuz dört kurbanlık ile birlikte, hac merasimine
katılmak için Yemen’den geri döndü ve Mekke yakınlarında Peygamber-i
Ekrem (s.a.a) ile görüştü.
Peygamber-i
Ekrem o yıl, Müslümanlara kamil Hacc’ı öğretti ve Zi’l-Hicce’nin 9.
günü (Arefe günü), öğle ve ikindi namazını Arefe topraklarında
Müslümanlardan yüz bin kişi ile birlikte eda etti. Daha sonra tarihi
hutbesini irad etti ve bu hutbesinin başında Müslümanlara şöyle
buyurdu: "Ey insanlar! Sözümü işitiniz, belki bundan sonra bu bölgede sizi göremem.”
Sonunda
da işaret parmağıyla göklere doğru işaret ederek şöyle buyurdu: "Ey
Allah’ım! Ben mesajlarını ilettim.” Daha sonra da, "Allah’ım! Sen şahit
ol!” diye üç kez tekrarlayarak sözlerini sona erdirdi. [7]
Tarih
ve hadis dilinde bu Hac; Veda, Belağ ve İslam Haccı olarak
adlandırılmıştır. Bu hac merasimi sona erdikten sonra Peygamber-i Ekrem
Mekke’yi terk ederek Medine’ye doğru yola koyuldu. Kervan Rabuğ
(Kufe’nin üç mil ötesinde) denilen bir yere vardı. Burada Cebrail nazil
oldu ve şu ayetle Peygamber’e şöyle hitap etti: "Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun.”[8] Orası,
Gadir-i Hum topraklarıydı ve o günkü dünyanın adeta dört yolu
konumundaydı. Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) dur emrinden sonra bütün
herkes yerinde durdu ve bir yere toplandı. Hava oldukça sıcak idi, öyle
ki insanlar ridalarının[9] bir bölümünü başlarına ve bir bölümünü de
ayaklarının altına sermişlerdi.
Bir
ağacın üzerine atılan bir çarşaf vasıtasıyla Peygamber (s.a.a) için bir
gölgelik oluşturuldu. Peygamber öğle namazını orada cemaatle kıldı.
Daha sonra cemaat etrafında halka oluşturmuş bir halde otururken,
develerin mahfesinden oluşan yüksek bir yerde durdu ve yüksek bir sesle,
tarihi hutbesini irad etti. Allah’a hamd-u senada bulunduktan sonra
şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Ben yakında Hak Teala’nın davetine icabet
edeceğim ve aranızdan gideceğim. Ben sorumluyum ve sizler de
sorumlusunuz. Benim hakkımda ne düşünüyorsunuz?”
Orada
hazır bulunanlar şöyle dediler: "Biz şehadet ediyoruz ki sen risaletini
yerine getirdin ve çaba gösterdin. Allah sana mükafat versin.” Bunun
üzerine Peygamber şöyle buyurdu: "Allah’ın bir olduğuna, Muhammed’in
Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna, cennet, cehennem ve öte alemde ebedi
bir alem olduğuna şehadet ediyor musunuz?” Oradakiler şöyle dediler:
"Şehadet ediyoruz.” Daha sonra Peygamber şöyle buyurdu: "Ben sizlerin
aranıza iki değerli emanet bırakıyorum. O iki değerli emanete nasıl
davranacağınıza bakmak gerekir.” Orada bulunanlardan biri yüksek sesle
şunu sordu: "Bu iki değerli ve nefis şeyden maksadınız nedir?” Peygamber
(s.a.a) şöyle buyurdu: "Birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise benim Ehl-i
Beytim ve itretimdir. Allah bana bu iki emanetin asla birbirinden
ayrılmayacağını haber vermiştir. Ey insanlar! Kur’an’dan ve itretimden
öne geçmeye çalışmayınız ve her ikisi ile amel hususunda kusur etmeyiniz
ki helak olursunuz.”
Bu
arada Ali’nin (a.s) elinden tutarak, koltuğunun altındaki beyazlık
görülünceye kadar elini yukarı kaldırdı ve Ali’yi (a.s) orada bulunan
herkese tanıtarak şöyle buyurdu: "Müminlere kendilerinden daha evla olan
kimdir?” Onlar şöyle dediler: "Allah ve Peygamber’i bunu daha iyi
bilir.” Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: "Allah benim mevlamdır, ben de
müminlerin mevlasıyım. Ben onlara kendi nefislerinden daha evla ve layık
kimseyim.” Daha sonra da emin olmak ve yanlıştan kaçmak için şu cümleyi
üç defa tekrarladı: "Ben kimin mevlasıysam, bu Ali de onun mevlasıdır.”
Peygamber daha sonra şöyle dua etti: "Allah’ım! Ali’nin velayetini
kabul eden ve onu seven kimseyi sen de sev. Ali’ye düşmanlık eden
kimseye sen de düşmanlık et. Allah’ım! Ali’nin yardımcılarına yardım et,
Ali’nin düşmanlarını hor ve hakir kıl ve Ali’yi hakkın merkezi
kıl.”[10]
Peygamber, daha sonra halka şöyle buyurdu: "Şimdi vahiy meleği nazil oldu ve şu ayeti indirdi: "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.”[11] Bu esnada Peygamber’in tekbir sesleri yükseldi ve Peygamber şöyle buyurdu: "Kendi
dinini kemale erdiren ve nimetini sona kavuşturan, benden sonra Ali’nin
hilafet, velayet ve vesayetinden hoşnut olan Allah’a hamdolsun.”
Daha
sonra Peygamber bu yüksek yerden aşağı indi ve Ali’ye (a.s) şöyle
buyurdu: "Çadırın altında otur da İslami büyük şahsiyetler ve önde
gelenler seninle tokalaşsın ve seni tebrik etsinler. Herkesten önce
şeyheyn (Ebubekir ve Ömer) Ali’yi (a.s) tebrik ettiler, onu şu
ifadelerle kendilerinin mevlası olarak adlandırdılar: "Ne mutlu sana
İbn-i Ebi Talib, şüphesiz sen benim ve her mümin erkek ile mümine
kadının mevlası oldun.”[12] Hassan b. Sabit de Peygamber-i Ekrem’den
(s.a.a) izin alarak şiir yazdı ve Peygamber’in (s.a.a) huzurunda
okudu. [13]
Tarihe
müracaat edildiği taktirde açıkça anlaşılmaktadır ki 18 Zi’l-Hicce günü
Müslümanlar arasında Gadir-i Hum Bayramı olarak meşhur
olmuştur. [14] Bu İslami bayramın kökleri bizzat Gadir gününe
dönmektedir. Zira o gün Peygamber Muhacirlere, Ensara ve kendi eşlerine,
Ali’nin (a.s) yanına varıp böyle büyük bir fazilete erdiği hasebiyle
kendisini kutlamalarını emretti. Zeyd b. Erkam şöyle diyor:
"Muhacirlerden Ebu Bekir, Ömer, Osman, Talha ve Zübeyr, Ali’ye (a.s)
biat eden ilk kimselerdi ve bu tebrik ve biat merasimi güneş batıncaya
kadar devam etti.”[15]
Tarihi
Gadir olayını sahabeden 110 kişi ve tabiinden 89 kişi nakletmişlerdir
ki bu kimselerin adları Ehl-i Sünnet kaynaklarında da kaydedilmiştir.
Gadir hadisinin ravileri sonraki asırlarda da oldukça büyük bir
rakamdaydı. Ehl-i Sünnet alimlerinden 360 kişi bu hadisi kendi
kitaplarında kaydetmişlerdir. Büyük bir grubu da bu hadisin sıhhat ve
sağlamlığını itiraf etmişlerdir. Bazı kimseler ise Gadir hadisi
hakkında, bağımsız bir kitap yazmışlardır. Şia alimleri de evrensel
Gadir günü hakkında çok değerli kitaplar yazmışlardır ki bu kitapların
en kapsamlısı, Allame Mücahit Emini’nin (r.a) yazmış olduğu el-Gadir
kitabıdır.
Dinde Velayetin Yeri
Gerçi
Resul-i Ekrem, bi’setin başlangıcından itibaren çeşitli münasebetlerle
defalarca Ali’nin (a.s) hilafet ve imametini beyan etmiş idi. Ama
Gadir-i Hum günü ortaya çıkan bu hadise evrensel bir bildiri ve kalıcı
bir senet konumunda olmuştur ki, dünyanın dört bir tarafından oraya
toplanmış olan yüz binden fazla müslümanın huzurunda bu evrensel bildiri
açıkça okunmuştur. Bu tarihi senet bizzat Peygamber-i Ekrem’in mübarek
eliyle imzalanmıştır ve tarihe kaydedilmiştir. Masum önderlerin ve
velayet aşıklarının tarih boyunca ameli ve ilmi siretinde bu tarihi
senet tecelli etmiştir.
İmamlar
(a.s) sürekli olarak velayet ve imametin aslının çok önemli ve merkezi
bir konu olduğunu önemle vurgulamışlardır. Nitekim İmam Bakır (a.s)
şöyle buyurmuştur: "İslam beş esas üzere kuruludur: Namaz, zekat, oruç,
hac ve velayet. Bu esaslardan hiç birisi, velayet esası kadar önemli
değildir.”[16]
Bazı
rivayetlerde de Gadir-i Hum gününde velayetin söz konusu edildiği açık
bir şekilde yer almıştır: "İslam beş esas üzere kuruludur… Gadir günü
velayete davet edildiği gibi hiçbir şeye davet edilmemiştir.”[17]
Zürare
ise şöyle diyor: "İmam Bakır (a.s) İslam’ın beş temel esasını beyan
ettikten sonra ben kendisine şunu sordum: "Bu esaslardan hangisi daha
üstündür?” İmam Bakır (a.s) şöyle buyurdu: "En üstün esası ve temeli
velayettir. Zira velayet, dinin esasları arasında kilit rol oynamaktadır
ve İmam, dinin önderidir.”[18]
Hadisin
devamında ise İmam Bakır (a.s) şöyle buyurmuştur: "İşin yüceliği, yüce
zirve, onun kilidi, her şeyin anahtarı, rahman olan Allah’ın rızayeti,
İmam’ı (a.s) tanıdıktan sonra ona uymaktır. Nitekim Allah şöyle
buyurmuştur: "Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!”[19] Eğer
bir kimse bütün gece namaz kılar ve bütün gündüzleri oruç tutar, bütün
varlığını sadaka verir ve her yıl hacca gider ama Allah’ın veli kulunun
velayetini tanımazsa, onu kabullenip bütün işlerini İmam’ın
kılavuzluğuyla yapıncaya kadar Allah tarafından hiçbir ecre sahip
değildir ve İman ehlinden sayılmaz.”[20]
Gadir Sahnesinde Şahit Tutmak
Münezzeh olan Allah, özel yerlerde insanlardan söz alarak, onları bizzat kendilerine şahit kılmış ve şöyle buyurmuştur: "Kıyamet
gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem
oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları
kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
(Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.”[21] Halifetullah
ve kamil insan, yani Allah’ın eserlerinin kendisinde tecelli ettiği
Resuli Ekrem de Gadir günü Allah’ın büyük ayeti olarak insanlardan söz
aldı ve şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Acaba ben sizlere kendi nefsinizden
daha evla değil miyim?” Onlar, "evet” dediler.
İlahi
söz alma hususunda yapılan şey, Allah’ın rububiyetini ve insanların
kulluğunu itiraf etmek, ikrar etmek ve şahit olmaktı. Gadir-i Hum günü
ise hilafet, rehberlik ve velayet için şahitlik söz konusuydu.
Şahit
tutmak, insanın bir realite üzerine karar alması ve teslim olması
içindir. Allah, rububiyetini ve bizim kulluğumuzu bizlere gösterdi ve de
itaat sözünü almak ve teklif ve şeriati kabullenmemiz için, bizlere
şöyle sordu: "Acaba ben sizin rabbiniz değil miyim?”, biz ise "Evet”
dedik. Peygamber de insanları kendi nübüvvetine şahit kıldı ve Gadir
sahnesinde hazır olan kimseler "Evet” dediler. Peygamber daha sonra
şöyle buyurdu: "Benim nübüvvet ve velayetimi kabul etmenin gereği, vasim
olan Ali’nin (a.s) velayet ve imametini kabul etmektir. İmamlar’dan
(a.s) bir çoğu, Gadir olayı hakkında bir takım delil ve hüccetler beyan
etmişlerdir. Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) de hilafet hadisesinden
sonra bu olayı şahit göstererek şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, sizler
Gadir günü ve diğer yerlerde Peygamber’in beni vasi kıldığına şahit
olmadınız mı? O halde benim önderliğimi kabul etmeniz gerekir.”
Müminlerin
Emiri Hz. Ali (a.s) Nehc’ül-Belağa’da şöyle buyurmaktadır: "Allah’a
yemin olsun ki ben bütün insanlardan, hatta bizzat kendilerinden, kendi
nefislerine daha evlayım.”[22]
Bu
evla olma gerçeği, tayini bir evleviyyettir; tafzili değil. [23] Hz.
Ali’nin (a.s) bu Nehc’ül-Belağa hutbesinde beyan buyurduğu hakikatler,
Peygamber’in (s.a.a) Gadir hutbesinden istifade edilerek beyan
edilmiştir.
İlahi Velinin Evleviyyeti (Evla Oluşu)
"Peygamber,
müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır.
Akraba olanlar, birbirlerine daha yakındırlar; ”[24] ayeti
nazil olduktan sonra insanlar bu ayetin anlamını Resul-i Ekrem’e
(s.a.a) sordular. Peygamber şöyle buyurdu: "İşitmek ve itaat
etmek”[25] Yani, benim iki makamım vardır: Birincisi risalet makamıdır
ki bu makam esasınca ilahi hükümleri naklediyor ve bizzat kendim de bu
hükümlerle amel ediyorum. İkinci makamım ise velayet, imamet ve toplumun
önderlik makamıdır. Ben, savaş ve barış komutanıyım. Ülkenin idari ve
askeri işlerinden ben sorumluyum. Dolayısıyla emrime itaat edilmelidir.
"Müminlere daha evla” ifadesi, yani bütün müminlerin her alanda
velayetini dile getirmektedir. "Nefisleri, malları ve hakları hususunda”
Peygamber-i
Ekrem (s.a.a) Gadir-i Hum günü ilk önce dinin marifet ve temel
ilkelerini dile getirdi. Bütün herkes bu esasları ikrar etti. Daha sonra "Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır.”[26] ayetini
tilavet buyurdu ve orada hazır bulunanlardan, "Ben müminlere kendi
nefislerinden daha evla değil miyim?”[27] diye ikrar ve itiraf aldı.
Peygamber daha sonra şöyle buyurdu: "Herkes, kendi iradesinin sahibidir.
Ama Peygamber vali, mütevelli, veli ve herkesten daha evla konumdadır.
Ahzab Suresi’nin ayetinde ve Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) sözlerinde
evleviyet (evla oluş) meselesi, tayini bir meseledir; tafzili değil.
Yani, "diğeri de bu işi yapabilir, ama Zeyd’in yapması daha evladır”
denildiğinde bu iş tafzili bir iştir. Ama tayini bir iş ise şu ayette
olduğu gibidir: "Akraba olanlar, birbirlerine daha yakındırlar; ”[28] Bu
ayetin anlamı herkesin mirasta eşit olduğu değildir. Lakin birinci
sınıf, buna daha layıktır. Hatta şu anlamdadır ki birinci sınıfın
varlığıyla miras ikinci sınıfa intikal etmez. Aynı şekilde ikinci
sınıfın oluşuyla da miras üçüncü sınıfa intikal etmez.
O
halde, evleviyyet meselesi de tayini olduğu için peygamber olduğu
taktirde artık insan kendi iradesinin sahibi değildir. Yoksa bu hem
bizim kendi irademize sahip olduğumuz ve hem de Peygamber’in bizim
irademize sahip olduğu anlamında değildir. Dolayısıyla tayini değil de
tafzili bir evleviyyet ifadesi olarak işlerimizi Peygamber’in yapmasının
sadece daha iyi olduğu anlamına gelmemektedir. O halde manası şudur ki,
Peygamber bir şeyi irade ettiği taktirde insan onun karşısında hiçbir
hak ve hukuka sahip değildir. İnsanlar kendi şahsi işlerinde, kendi
üzerlerine hakim konumdadır. Ama Resul-i Ekrem’in (s.a.a) önderliği
altına girdikleri taktirde ilk ve son sözü Peygamber-i Ekrem (s.a.a)
söylemektedir. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Gadir’de bu hususu, Ahzab
Suresi, 6. ayetten istifade ederek hayata geçirmiştir. (abna)
[1] Usul-i Kafi, c. 1, s. 338
[2] Tarih-i Siyasi-i Muasır-i İran, c. 1, s. 29
[3] İsra suresi, 8. ayet
[4] Enfal suresi, 19. ayet
[5] Yani
bizleri müminlerin emirinin ve imamların (a.s) velayetine sarılanlardan
kılan Allah’a hamdolsun. (İkbal’ul-A’mal, s. 777-778)
[6] Al-i İmran suresi, 19. ayet
[7] Bihar’ul-Envar, c. 21, s. 405
[8] Maide suresi, 67 ayet
[9] Örtü, belden yukarı örtülen şey, çar ve şal. Hırka.
[10] Bazı
rivayetlerde nakledildiğine göre ise Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ben
kimin velisi isem, Ali de onun velisidir.” (Bihar’ul-Envar, c. 37, s.
137) Artık burada, "Mevla” kelimesi söz konusu değildir ki bazıları bunu
tevil ederek şöyle diyebilsinler: "Mevla kelimesi, yardımcı ve dost
anlamındadır, rehber değil.” Onlar, "Allahumme valin men valahu ve adin
men adahu, vensur men neserehu, vehzul ben hezelehu.” (Allah’ım! Onu
seveni sen de sev, ona düşman olana sen de düşman ol, ona yardım edene
sen de yardım et ve onu yardımsız bırakanı sen de yardımsız bırak) diye
buyuran hadisin devamındaki sözlerin delili üzere, hadiste yer alan
Mevla kelimesinin rehber değil dost ve yardımcı anlamına geldiğini ifade
etmektedirler. Onlar, kanıt göstermek hususunda ölçünün, sözün
başlangıç akışının önemli olduğu ve sözün zuhur dizginlerinin, sözün
sonuna değil, başına bağlı olduğu hususunda gaflet etmişlerdir. Sözün
asıl hedefini gösteren tablo, sözün giriş bölümüdür. Sözün giriş
bölümünde ise Peygamber-i Ekrem’in (s.a.a) önderliği ve velayeti
hususunda kanıtlar söz konusu edilmektedir. Zira Peygamber, Ahzab
suresi, 6. ayet "Peygamber; mü'minler için kendi öz nefislerinden daha evladır” esasınca
insanlardan kendilerine oranla daha evla ve layık olduğu hususunda söz
almış ve daha sonra da şöyle buyurmuştur: "Eğer ben daha evla isem,
herkim velayetimi kabullenirse Ali’nin (a.s) velayetini de
kabullenmelidir.”
[11] Maide suresi, 3. ayet
[12] Bihar’ul-Envar, c. 37, s. 142
[13] Bihar’ul-Envar, c. 21, s. 378-413 ve c. 37, s. 108-253 ve el-Gadir, c. 1, s. 9-12 ve Sire-i Halebi, c. 3, s. 289
[14] El-Gadir, c. 1, s. 267
[15] A. g. e. s. 270
[16] Bihar’ul-Envar, c. 65, s. 329
[17] a. g. e. s. 332
[18] Bihar’ul-Envar, c. 65, s. 332
[19] Nisa suresi, 80. ayet
[20] Bihar’ul-Envar, c. 65, s. 333
[21] A’raf suresi, 172. ayet
[22] Nehc’ül-belağa, 118. hutbe
[23] Bir
şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek. Gr: Bir şeyi "en
üstün, daha üstün daha çok, en iyi, daha iyi" gibi mânâ ifâde etmesi
için mukayese ve üstünlük gösteren ismini söylemek ki, buna "ism-i
tafdil" denir. Ef'al vezninde; efdal (daha faziletli), ekber; (en
büyük), ahsen; (en güzel, daha güzel) gibi. Dolayısıyla burada
belirtilen evleviyet, ötekisinden üstün görülen bir evleviyet değildir,
özellikle tayin edilmiş ve tesbit edilmiş bir evleviyettir. (müt. )
[24] Ahzab suresi, 6. ayet
[25] Bihar’ul-Envar, c. 37, s. 127
[26] Ahzab suresi, 6. ayet
[27] Bihar’ul-Envar, c. 37, s. 23 ve 123
[28] Ahzab suresi, 6. ayet
ABNA